İran Siyasi Kültürü

 

İran Siyasi Kültürü

Bayram Sinkaya 

(Bu yazı, yazarın henüz yayınlanmamış 'İran'da Siyasi Yönetim' başlıklı makalesiden alınmıştır.) 

 

 

İran’a tarihsel açıdan bakıldığında sıklıkla 2500 yılı aşkın bir ‘devlet geleneği’ne atıf yapılır. Kısmen Oryantalist kısmen milliyetçi tarih anlatısı tarafından kurgulanan bu İran fikri, yerleşik ve sürekli devlet geleneğinin, yani siyasi kültürün olduğunu kabul eder (Dabashi 2008, 15-21). Oysa İran tarih boyunca çeşitli istilalara maruz kalmış ve yıkımlara uğramıştır. Bu tarihi süreç boyunca çeşitli kavimler İran’a yerleşmiş, burayı yurt bilmiş, İran kültürüne katkıda bulunmuş ve burada mevcut kültürlerden de etkilenmiştir. Ayrıca, İran halkları çevrelerindeki toplumlar ve kültürler ile sürekli etkileşim içinde olmuştur. Bu tarihi ve beşeri arka plan İran’ın fiziki coğrafyası ile birleşince modern İran’da çok-kültürlü, çok-dilli ve çok-etnikli bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır.

İran ülkesi geniş bir plato olarak nitelendirilir. Bu platonun Kuzeybatısında Kafkaslardan gelip Hazar Denizi’nin güneyinden geçerek Hindukuş dağlarına doğru uzanan Elburz dağları ile yine Kafkasya’dan başlayıp güneyde Hint Okyanusu’na doğru uzanan Zagros dağları yer almaktadır. Bu sıradağların arasında yer alan merkezi İran platosu (iç havza) doğuda Kevir ve Lut çölleri ile çevrilmiştir. Bu fiziki yapı, İran’ın siyasi ve beşeri coğrafyasını büyük ölçüde belirlemiştir. Kurak ve yarı-kurak iklime sahip olan İran platosunda geçmişi antik-çağlara dayanan kentler, tarımla meşgul olan köylü ve  hayvancılıkla geçinen göçebe kültürler yan yana yaşamıştır.  Elburz ve Zagros sıradağlarının arasında yer alan merkezi İran platosu göreceli olarak dilsel ve dinsel açıdan homojen bir nüfusa sahipken, İran platosunun çevresinde etnik, kültürel ve dilsel azınlıklar yer almaktadır. Dolayısıyla İran’ın kuzeyinde ve kuzey batısında Azerbaycan Türkleri, batısında Kürtler, güneybatısında Araplar, güneydoğusunda Beluciler ve kuzeydoğusunda Türkmenler yoğun olarak yaşamaktadır.

Bu coğrafi ve demografik yapı nedeniyle İran siyaseti tarih boyunca merkeziyetçi ve adem-i merkeziyetçi eğilimler arasında seyretmiştir. Merkezi platoda kurulan devletler güçlü oldukları ölçüde çevrede ‘otonom’ olarak yaşayan halklar üzerinde etkili olmuş, merkezi otorite zayıfladıkça yerel güçler ön plana çıkmıştır. 20. yüzyıl boyunca ülkedeki siyasi iktidarların hemen hepsi İran’ın güçlü bir devlete dönüşmesi için siyasi gücün merkezde birleşmesini ve merkezi yönetimin otoritesinin güçlendirilmesini savunagelmiştir. Buna mukabil, farklı etnik ve dilsel gruplar kendi özerkliklerini koruma ve merkezin müdahalelerini asgariye indirmeye çabalamıştır. Merkezi otoritenin çevrede etkisinin ve kontrolünün artması farklı etnik, dini ve dilsel gruplar arasında kültürel uyanışı ve özerklik peşinde koşan hareketlerin ortaya çıkışını tetiklemiştir. Dolayısıyla, merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik çağdaş İran siyasetinin önemli kırılma noktalarından birisi olmuştur (Ghods 1989).

Modern İran siyasetine damgasını vuran merkezcil ve merkezkaç yönelimler arasındaki gerilime benzeyen, birbirine zıt geleneksel eğilimler arasındaki etkileşim siyasi hayatın diğer alanlarında da kendini göstermektedir (Dabashi 2008, 15-21). Bu çerçevede otoriter ve özgürlükçü hareketler arasında mücadele İran siyasi tarihine damgasını vuran önemli dinamiklerden birisidir.

Ataerkillik ve otoriterizm İran siyasi kültürünün en başat özelliklerinden birisi olarak görülmektedir. Literatürde otoriterizmin sebepleri olarak materyalist ve özcü açıklamalar öne çıkmaktadır. Materyalist perspektiften bakıldığında İran’ın fiziki coğrafyasının belirleyici özelliğine dikkat çekilmektedir. Bu coğrafyada dağınık olarak yaşayan aşiretler kıt kaynakların kontrolü için sürekli mücadele içerisinde olmuş, bu mücadele fiziksel güç kullanımına dayanan despot ve keyfi yönetimlerin kurulmasına neden olmuştur (Mashayeki 2006, 546).

İran’da otoriterizmin sürekliğini açıklamaya çalışan özcü yaklaşım ise İran siyasi kültürünün parçası olarak görülen monarşi geleneği ve onun din ile ilişkisine dikkat çekmektedir. Buna göre İran yüzyıllar boyunca kökü Ahamenişlere kadar giden ‘Şehinşahi’ rejimi tarafından idare edilmiştir. Şahın tek ve mutlak otorite sahibi olduğu bu monarşist gelenek gerek Zerdüşti gerekse İslami dini inanışlar tarafından sürekli desteklenmiştir. Sasani Şahı Erdeşir’in ifade ettiği üzere bu ilişkide din monarşinin temeli,  Şah da dinin koruyucusudur (Mibagheri 2003, 37-39; Arjomand 1988). İktidar Allah tarafından Şah’a bahşedilmiş, böylece Şah Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak görülmüştür. Şah’ın Allah tarafından yetkilendirilmiş olması onun insanlar tarafından sorgulanmasını ve sorumlu tutulmasını imkansızlaştırmış, tebaasının otoriteye saygı duymasını ve mutlak itaatini sağlamıştır. Böylece otoriter ve ataerkil bir siyasal kültür şekillenmiş ve günümüze kadar İran siyasetini belirlemiştir.

Ancak İran’da aynı tarihsel süreç içerisinde hem statükocu ataerkil ve otoriter hem de isyankar ve özgürlükçü geleneklerin izini sürmek mümkündür (Fekri 2011). Keza dini inanışlar siyasi otoriteyi meşrulaştırdığı kadar isyancı ve özgürlükçü hareketler için de önemli bir meşruiyet ve ilham kaynağına dönüşebilmiştir. Eski İran inancında Allah adına ülkeyi yöneten Şah’ın herhangi bir ilahlık iddiası yoktur ve Allah’ın ihsanı olarak görülen iktidar, Şah’ın adil olması koşuluna bağlıdır. Dolayısıyla Allah’ın bu ihsanı kişiye mahsus ve sonsuz değildir, Şah doğru yoldan saptığı zaman bu hakkını ve meşruiyetini kaybeder (Yu 2013, 35).

Dini inanışlar gerek otoriteyi gerekse isyanları meşrulaştıran bir kaynak olarak görülse de pratikte siyasi meseleler güç ilişkileriyle halledilmiş, halkına karşı sorumsuz keyfi yönetimler işbaşına gelmiştir. Gerek keyfi iktidarlar gerekse siyasal istikrarsızlık nedeniyle İran’da güçlü bir yönetim, hukuk ve siyaset geleneği oluşmamıştır. Bu şartlar altında iktidarda kimlerin  - yönetici, hanedan, rejim, ideoloji - olduğundan bağımsız olarak toplum ile devlet arasında sürekli bir gerilim gözlenmektedir (Katouzian 2012, xi; Katouzian 2003, 234-244).

Şah teorik olarak mutlak iktidarı elinde bulundursa da onun otoritesinin dışında ortaya çıkan güç merkezleri olmuştur. Bu merkezlerden birisi din adamlarıdır. İran siyasi tarihinde Şahlar Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduklarını iddia etmiş, ama ilahlık iddiasında bulunmamıştır. Böylece Şah’ın otoritesinin dışında dini kurum ortaya çıkmış ve din adamları siyasal sistemde ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Bu minvalde Şiiliğin etkisine ayrıca değinmek gerekmektedir. 1501’de kurulan Safevi Devleti İran’ı büyük ölçüde Şiileştirmiştir. Peygamberin soyundan gelen ve aynı zamanda Safeviyye tarikatının şeyhleri olan Safevi Şahları, dini ve siyasi önderliği kendi bünyesinde toplamıştır (Yu 2013, 35). Fakat Safevilerden sonra İran’da hüküm süren hanedanların uluhiyet iddiasında bulunmaması, buna mukabil Şiiliğin giderek kurumsallaşması İran’da ulemayı ayrı bir güç merkezine dönüştürmüştür. Eğitim ve hukuk müessesini 20. yüzyıla kadar büyük ölçüde tekelinde tutan ve bağımsız mali kaynaklara sahip olan ulema, İran siyasetinin etkili aktörlerinden birisi olmuştur. Ulemanın rolü özellikle merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde giderek güçlenmiştir (Arjomand 1988).

İran siyasetinde etkili olan güç merkezlerinden birisi de tüccar, esnaf ve zanaatkarlardan müteşekkil mülk sahibi orta sınıf, (çarşı) pazardır. Pazarın yanında geleneksel orta sınıfı oluşturan toprak ağaları ve aşiret liderleri İran’ın siyasetinde her zaman etkili olmuştur. 19. Yüzyılda başlayan modernleşme süreci ile birlikte ortaya çıkan yeni entelektüeller İran siyasetinin dönüşümünü hızlandırmıştır. Yeni entelektüellerle birlikte İran siyasi hayatına giren demokrasi, eşitlik, meşrutiyet, anayasa, hukuk, siyasi parti, emperyalizm, diktatörlük gibi ‘Batılı’ kavram ve değerler İran siyasi kültürünün parçası haline gelmiştir (Abrahamian 2008, 36).

Batı’nın İran’ın siyasal dönüşümüne katkısı yalnızca siyasi ve kültürel değerlerin yayılması üzerinden olmamıştır. 19. Yüzyılda Avrupalı emperyalist güçlerin İran’daki ekonomik ve siyasi etkisinin artması, buna karşılık Kaçar hanedanının çaresiz kalması, Şah’a ve  emperyalizme karşı ‘popülist ittifakın’ oluşmasına neden olmuştur. Entelektüeller, ulema ve Pazar arasında oluşan ‘popülist ittifak’ ile otoriter iktidar arasındaki çatışma, modern İran siyasi tarihindeki otoriterizm–özgürlük mücadelesinde başlıca kırılma noktalarını belirlemiştir. Bu mücadele, 1906 Anayasa devrimi, 1951 Petrolün Millîleştirilmesi ve 1979 İslam Devrimi gibi İran’ın demokratikleşme tarihinin ana hatlarını  şekillendirmiştir (Foran, 1993). Popülist ittifak zamanla dağılsa da ittifakı şekillenmesinde etkili olan özgürlük mücadelesi, İslam, milliyetçilik ve anti-emperyalizm değerler İran siyasi kültürünün parçası olmaya devam etmiştir.

İslam devrimi sırasında Şii idealleriyle devrimci değerlerin birlikteliğinin sonucunda   ‘halkçılık’ siyasi kültürün temel özelliklerinden birisi olmuştur (Hooglund 1989, 217-18; Abrahamian 2002, 21-43). Bu kültürün siyasi ve toplumsal hayata iki önemli etkisi olmuştur. Birincisi siyasi alanın genişlemesidir. Devrimin değerlerine inanan, devrime katılan herkesin, kitlelerin siyasal hayata katılması beklentisi güçlenmiştir. Fakat geniş kitlelerin siyasete katılması siyasal hayatın çoğulculaşması doğrultusunda değil, İslam Cumhuriyeti rejiminin desteklenmesi için sokak hareketleri ve dini kurumlar üzerinden teşvik edilmiştir. Diğer taraftan ‘ezilenlerin,’ alt sınıfların haklarının korunması ve sosyal adaletin sağlanması için devletten beklentiler artmıştır. Devrim sonrası hükümetlerin ‘sosyal adaleti’ temin etmek adına attığı adımlar, istihdam ve fiyat politikaları, sübvansiyonlar vs. devletin  ekonomideki payının artmasıyla sonuçlanmıştır. Diğer taraftan İslami vakıflar ve hayır kurumları vasıtasıyla sağlanan sosyal hizmetler, geniş yoksul kesimleri rejime bağlılığını güçlendiren bir faktör olmuştur.

Özgürlük mücadelesi İslam devriminden sonra İslamcı-Cumhuriyetçi ayrışmasına ve rekabetine dönüşmüştür. Devrim sonrası İslamcı elitler arasında egemenliğin kaynağı ve erklerin birbirleriyle ilişkileri ile ilgili noktalarda sistemin dini temellerini önceleyen muhafazakar eğilim ile halkın sistem içindeki yerini vazgeçilmez olarak gören cumhuriyetçi eğilim olmak üzere iki siyasal gelenek ortaya çıkmıştır (Hooglund 1999, 59-64). Bu farklı eğilimlere mensup hizipler arasındaki mücadele, devrim sonrası İran siyasetine damgasını vurmuştur.

Devrim sonrası siyasal hayatın en önemli özelliği İslam’ın siyasi, sosyal ve iktisadi hayatın merkezine yerleşmesidir. İslam’ın bu merkezi konumu beraberinde din adamlarının ayrıcalıklı konumlara gelmesine ve siyaseti adeta tekelleştirmesine yol açmıştır. Bununla beraber din adamları arasında da önemli konularda görüş ayrılıkları çıkmıştır. Radikal İslamcıların eşitlikçi, müdahaleci ve kolektivist tarzına karşılık özgürlük, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk gibi değerleri savunan yeni elitler çıkmıştır (Sheikholeslami 2000, 105-133). Diğer yandan toplumsal kültürün İslam ile ilişkilerinde de tedrici kırılmalar başlamıştır. İslam siyasal hayatın merkezinde kalmaya devam etse de 1990’lardan itibaren halk nezdinde dini değerlerin etkisi göreceli olarak azalmıştır (Ghobadzadeh, 2004, 77-108).

İran’da otoriter siyasi rejim nedeniyle 1979 devrimine kadar faal bir sivil toplum ortaya çıkmadı. Devrimden sonra gerek örgütlenme açısından, gerekse basın ve yayın açısından renkli bir dönem yaşanmışsa da rejimin giderek radikalleşmesi ve yeniden otoriterleşmesi nedeniyle hükümet dışı sivil toplum örgütleri faaliyet alanı bulamamıştır. Ancak 1990’ların ortalarında, özellikle Hatemi hükümetleri döneminde sivil toplum yeniden hareketlenmeye başlamıştır. Çok sayıda dernek, siyasi parti faaliyete başlamış, yeni gazete ve dergiler çıkarılmıştır. Ülkede otoriterizmin güçlenmesine ve zayıflamasına bağlı olarak sivil toplum da canlanmakta veya sönükleşmektedir.

İran siyasal kültürünün en çarpıcı özelliklerinden birisi siyasal partilerin zayıflığıdır.  Katılımcı siyasal hayatın sık sık müdahalelerle kesintiye uğraması ve otoriterliğin yükselişi siyasi partilerin hareket alanını daraltmıştır. Ayrıca hem 1906 anayasası, hem de 1979 anayasası siyasi partilerin kuruluşuna izin vermişse de sistemin işleyişinde partilere etkili roller verilmemiştir. Sıkı parti disiplinine imkan vermeyen bu sistemlerde partiler gerek ülke siyasetinin belirlenmesinde gerekse örgütlenme açısından göreceli olarak zayıf kalmışlardır.

Siyasal partilerin zayıflığında çeşitli hizipler öne çıkmakta ve siyasal hayatı yönlendirmektedir (Moslem 2002). Hizipler özü itibariyle belirli ve kritik meselelerde bir fikir, kişi veya dergi-gazete etrafında toplanan kişi, parti ve sivil toplum örgütlerinden oluşan geçici ve gevşek ittifaklardır. Tabiatıyla bir hizip içerisinde her konuda fikir birliği yoktur ve süreklilik arz etmemektedir. Hatta bazı hususlarda bir hiziple birlikte olan kişi ve hareketler, başka konularda diğer hiziplere dahil olabilmektedir.

İran siyasi kültürünün en dikkat çeken özelliklerinden birisi de kuşkuculuk ve güvensizliktir. Yaygın eğilim kuşkuculuğun ve güvensizliğin nedenlerini tarihsel bir şekilde izah etmeye çalışmaktadır. Buna göre,  İran’da tarih boyunca uzun yıllar süren ve sık sık karşılaşılan istilalar, yoğun yabancı müdahaleleri, isyanlar, siyasal istikrarsızlık ve otoriter yönetimler gibi tarihsel tecrübeler halkın geniş kesimlerinin kendisini güvensiz hissetmesine neden olmaktadır. Bu nedenle siyaset sıfır-toplamlı bir oyun olarak görülmekte, kimseye güvenilmemekte ve hatta gerçeklerin gizlenebilmektedir. Diğer taraftan güvensizlik ve kuşkuculuk hem yönetim kademelerinde  hem de muhalefette komplo teorilerine ilgiyi artırmaktadır (Mashayeki 2006).


Comments

Popular posts from this blog

Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikası ve Batı Etkisi

ORTADOĞU’DA BÖLGESEL BİR GÜÇ OLARAK İRAN

İRAN-P5+1 MÜZAKERELERİ: TEMKİNLİ VE İYİMSER